Makaleler

i-Nesli

Bugünün Süper Bağlantılı Gençleri Neden Bu Kadar Duyarsız, Hoşgörülü ama Daha Mutsuz ve Erişkin Olmaya Hiç Hazır Değil? Bu Bizim İçin Ne Anlama Geliyor?


Aileler akıllı telefonların ve bilgisayarların sürekli kullanılmasının çocukların beyinlerini, duygularını ve ilişkilerini nasıl etkileyeceğini merak ediyor. Ben de hem bir veli hem de bir eğitimci olarak yeni nesildeki farklılıkların, teknoloji bağımlılığının ve bu bağımlılıkları, farklılıkları fırsata çevirmenin üzerinde uzun süredir düşünüyorum, naçizane ulaştığım bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

Aslında bu nesille ilgili en belirgin farklılıkları bir gün okulda “Bir robotunuz olsa onunla ne yapmak isterdiniz” konusunu işlerken fark ettim. Yaklaşık 150 öğrencinin 120-130’u birbirlerinden bağımsız bir şekilde kağıtlara “onunla sohbet ederdim, dertlerimi anlatırdım, arkadaşım olmasını beni dinlemesini isterdim” gibi cevaplar yazmıştı. Bu cümlelerden yola çıkarak neden bu kadar yalnız hissettiklerini anlamaya karar verdim ve çok kısa bir süre sonunda da çok belirgin bir şekilde aslında birçoğunun ailesinin “teknoloji bağımlısı” olduğunu, çocuklarını da farkında olmadan teknoloji bağımlısı yaptığını; bir kısım ailelerin de teknolojiye çok mesafeli olduğu için çocuklarının teknolojiyle olan ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunda bir türlü fikir sahibi olamadığını bu yüzden de bilmediği bir şeyi tamamen yasaklayarak çocuğunun başarısına ket vurduğunu fark ettim. Şunu unutmayalım ki i- Nesli nereye gidiyorsa ülke de oraya gidecek o yüzden onları anlamak ne istediklerini bilmek geleceğimiz açısından da çok önemli. Öyleyse bir bakalım ne ister bu yeni nesil bebelerJ

İşe kimin hangi kuşağa ait olduğunu keşfetmekle başlayalım.

Aşağıda doğum yılına göre ait olunan nesilleri göreceksiniz.

Bebek Patlaması Nesli (1946-1964)

X Nesli: 1965-1979 arasında doğanlar

Y Nesli(Milenyum Kuşağı): 1980-1999 arasında doğanlar

i-Nesli(Z-Nesli yada Kar Tanesi Nesli):1995 de doğan hala günümüzde doğan çocukları da kapsayan nesil

Bu nesilde yaşanan bazı önemli olaylar:

1995:İnternetin doğum yılı

1997:İlk sosyal medya sitesi ortaya çıktı

2006:Facebook ortaya çıktı, Youtube yayına başladı  

2007: i-Phone piyasaya çıktı

Peki i-neslinin ve anne babalarının en belirgin özellikleri neler sırayla inceleyelim:

Günümüzde 18 yaşında olanlar bir zamanların 14 yaşındaki çocuklarını, 14 yaşındakiler de bir zamanların 10-12 yaşlarını andırıyor. Çünkü eskiye göre anne babalar ergenlik dönemindekilere çocuk gibi davrandıkça, daha az bağımsızlık tanıdıkça ve onları daha fazla korudukça çocukluk dönemi uzuyor. Sürekli çocuğunun yerine kararlar veren, her hareketini denetleyen, onun yerine her şeyi çözmeye çalışan anne babalar HELİKOPTER ANNE-BABA olarak adlandırılıyor.Dolayısıyla  çocukluktan ergenliğe ve  yetişkinliğe gelişimin yörüngesi bütünüyle yavaşladı.Ergenlik çağındakilerin yetişkinlere özgü şeyler yapmaya başladığı büyüme çağı da şimdi daha geç başlıyor.

i-Neslinin bir diğer değişik özelliği ise bir sorunla karşılaştıklarında sorunun çözümü için direk üst otoriteye başvuruyor. Örneğin okulda bir sorun yaşadıklarında doğrudan öğrenciyle yüzleşip problemi çözmeye çabalamak yerine kurumdaki üst otoriteye başvurup üst otoritenin kendilerine güvenli bir alan yaratmasını, her tür sorunlarında problemle üst otoritelerin başa çıkmaya çalışmasını istiyorlar.Helikopter anne babalar yüzünden problem çözmede başarısız olan i-neslinin bireyleri bu nedenle kar tanesi nesli(son derece kırılgan, en ufak baskı altında eriyip giden) olarak da adlandırılıyorlar. Korkarım bu tür çocuklar yabancı fikirlerden sürekli korundukları için ortamın özenle denetlendiği yerlerden çıktıklarında (iş hayatında, evlilik hayatında gibi) hazırlıksız yakalandıkları toplumsal durumlardan sert bir şekilde savrulacaklar. Rosin’e göre çocuklarımızı aşırı koruyacağız derken muhallebi çocuğuna çeviriyoruz, bir makalesinde “şu hijyenik çocuklara bir bakın hele, ne dizlerinde bir yara var ne de karnelerinde bir tek kırık not.İnsanın bazen kendini kötü hissetmesi gerektiğini çocukların da öğrenmesi gerekiyor, biz yaşayarak öğreniriz.” diyor.

İ nesli çocukları anne ve babaları yanlarında olmadan pek dışarı çıkmıyor. Yaşadığımız çağda suç oranlarının yüksek olması(ki yapılan araştırmalara göre cinayet oranlarında hızlı bir düşüş intihar oranlarında hızlı bir artış var)aileleri çocuklarını aşırı koruma kollama içgüdüsüne doğru itiyor.

Aileler kendi dönemlerinde yaşamış oldukları bir çok zorluğu, hatta yaşayamadıkları çocukluklarını üstlendikleri ağır sorumluluklara bağlıyor, neticede çocuklarına mümkün olduğunca sorumluluk vermekten kaçınıyor. Ancak beyin deneyime bağlı olarak değişiyor ve günümüzdeki ergenlerin- genç yetişkinlerin frontal kortekslerinin az gelişmiş olması, onlara yetişkinlik sorumluluklarının verilmemesinden kaynaklanıyor

i-Nesli eski nesillere oranla daha az kitap okuyor. Yapılan bir çalışmada öğrencilerin bilgisayar kullanırken ortalama her 90sn de bir farklı görevler arasında gidip geldiğini, bilgisayar pencerelerini bir dakikadan daha kısa bir süre açık tuttukları görüldü. Belki de kitaplar yeterince hızlı olmadığı için, bir sonraki bağlantıyı tıklayacak ya da bir sonraki sayfaya birkaç saniyede geçecek şekilde büyütülmüş bir kuşağın dikkatini uzun süre odaklayamıyor.

i-Neslinin diğer nesillere göre daha az sosyal olduğu görülüyor. Aileleriyle birlikteyken bir yandan telefonlarıyla uğraşıp bir yandan “evet, evet, tamam” gibi geçiştirici üsluplar takındıkları, farklı nesillerle iletişim kurmaktan sıkıldıkları görülüyor.  Yaptıkları en fazla etkinlik boş zamanlarında yalnız kalmak, daha doğrusu yalnız kalıp akıllı telefonlarını kurcalamak. Ancak yapılan araştırmalara göre ekran başında daha çok zaman geçirenlerde mutsuz olma eğilimi daha yüksek, arkadaşlarıyla yan yana zaman geçirenlerde mutsuzluk olasılığı %20 daha az  Bir başka araştırmaya göre de Facebook’u daha çok kullanan insanlarda akıl sağlığı ve yaşam memnuniyeti daha düşük düzeyde.

Kimlik gelişme aşamasında olan özellikle ortaokul öğrencilerinde beden imgesi sorunları daha sık görülüyor. (Ben şişmanım, kisayım güzelim, çirkinim vs. gibi) Yaş ilerledikçe özgüven artıyor ve insan kendini olduğu gibi sevmeyi öğreniyor. Dolayısıyla bu dönemde sosyal medyada paylaşılan selfieler, görüntüler, yazılar ve onların. altına yapılan yorumlar, benzetmeler bazen siber zorbalık olarak gençlerin karşısına çıkabiliyor. Yapılan bir araştırmaya göre sosyal medya sitelerini her gün ziyaret eden ergenlerde, “Kendimi sık sık yalnız hissediyorum” ve “Sık sık keşke daha fazla arkadaşım olsaydı diyorum” ifadelerine katılma oranının daha yüksek olduğu görülüyor ve bu bireylerin daha fazla kaygı, depresyon, yalnızlık ve daha az duygusal bağlılık içinde olduğu tespit edilmiş.

i-Neslinin yaşadığı bir durum da dünya çapında gelir eşitsizliklerinin en yüksek olduğu çağı yaşıyor olmaları. 1960’larda insanlar üniversiteden çıkar çıkmaz iş bulacağından emindi, bu da onlara yaşam felsefeleri üzerinde düşünme olanağı verdi.i-Nesli ise faturaları, öğrenci harçlarını ödemeye odaklanacaklarını düşünüyorlar bu nedenle de hayatın anlamını düşünmeye de zorlanıyorlar.

Yine bu nesille birlikte ortala çıkan bir diğer akım SAVSAKTİVİZM. Özellikle yardımlaşma konularında karşımıza çok çıkıyor. İ-Nesli başkalarına yardım etmenin önemli olduğunu düşünüyor, ama bunun için hiçbir şey yapmak istemiyor. Bir sürü lafın çok az eylemin olduğu çevrimiçi hayatların da bunda etkisi olabilir .İnsanlar sosyal medyada daha çok yardımlaşma ile ilgili iletiler paylaşıyor, ama diğer nesillere oranla daha az yardımlaşıyor.

Bu neslin en önemli özelliklerinden biri de bireyselciliği, özerkliği her şeyin üstünde görüyor olmaları, en önemli değerin kendin olmak olması aynı zamanda eşitlik ve kabul yönünden öncü olmaları. i- Nesli artık hiçbir şeyi “yanlış” diye damgalamak istemiyor, artık her şey bireye kalmış diye düşünüyor.

Son olarak da kızlar sosyal medya sitelerinde erkek çocuklara oranla daha fazla zaman harcıyor. Erkek çocuklar ise genellikle bilgisayar oyunu oynuyor. Dolayısıyla sosyal medyada yazılanlardan kız çocukları erkek çocuklara oranla daha fazla etkileniyor. Paylaştığı bir resim kaç beğeni almış, kimler kaç adet yorum yapmış bunların hepsi duygu durumlarını etkiliyor. Bir süre sonra zamanının büyük bölümünü beğeni sayısını artırabilmek için çektiği resimlere harcıyor.

Peki bu nesil için yapılabilecekler neler:

Dışarıda kullanmak için(eğer bir proje için gerekli değilse ) çocuklarınıza sınırlı özellikleri olan telefonlar verebilirsiniz. İnternet erişimi olmayan kapaklı (takoz dediğimiz J) cep telefonlarından…

Tabii ki sosyal medyaya girmek isteyecekler, bunun için kendi bilgisayarınızdan hesap açabilirsiniz. Yapılan araştırmalar günde 2 saatten fazla sosyal ağ kullanımında mutsuzluk ve akıl sağlığı sorunlarının ortaya çıktığını gösteriyor.2 saatten az kullandıklarında bu sorunlar genellikle görülmüyor.

Apple’ın kurucusu Steve Jobs ve Twitter’ın kurucularından Wired ile yapılan ropörtajlarda çocuklarının teknolojk aygıtlarını kullanmalarında kısıtlamalar getirdikleri öğrenilmiş, yani teknolojiyi seven ve hayatını bu yoldan kazanan insanlar da çocuklarının teknolojiyi çok fazla kullanmaması için ihtiyatlı davranıyor.

İnsan olarak hepimizin eşit zamanı var ve sosyal medyada bağlantı sayımız arttıkça onlara ayırdığımız zaman süresi azalıyor, bu da iletişimi kalitesizleştiriyor. Bu nedenle sosyal medyada ne kadar öz arkadaşımız olursa o kadar iyi.

Çok önemli bir başka kural ise uyurken herkesin telefonundan en az 3 metre uzakta olması gerekiyor. Mağara adamından evrilen beynimiz telefon ışığını gün ışığı olarak yorumluyor, uyku hormonu melatonin daha az salgılanıyor ve uyumak güçleşiyor.

Hem çocuklar hem yetişkinler birisiyle yüz yüze konuşurken telefonları bir kenara bırakmalı. Yapılan araştırmalar elektronik aygıtlar olmadan yüz yüze iletişim kuranların, insanların yüzlerindeki ifadeleri okuma gibi sosyal beceriler bakımından daha iyi olduğunu gösteriyor.

Psikolojisi bozuldu yada travma yaşıyor gibi söylemlerimiz artık birisinin başına gelebilecek hemen her şeyi kapsıyor, bu da ilgili duyguların abartıldığı bir mağdur kültürü yaratıyor. Sıradan insani deneyimler dışında kalan olayları bırakın çocuğunuz çözsün ki onun da hayatla mücadele etme, problem çözme yetisi gelişsin. Ömrünün sonuna kadar onun yanında olamayacaksınız ve siz olmadığınızda karşılaştığı sıradan olaylar çocuğunuzda fırtına etkisi yaratmasın.

Son olarak da her şeyi yasaklamak hiçbir şeye çözüm getirmiyor .Evlat emek ister, bu nesil teknolojiyle çok iç içeyse sizlerin de iç içe olmanız ve ne yaptıklarından haberdar olmanız gerekiyor. Yeni neslin hiç teknoloji bilmeyen bir aileyle iletişim kurmaya çabalaması iki ayrı dili konuşan bireylerin birbirleriyle iletişim kurmaya çabalamasıyla aynı. Hiç bilmediğiniz bir konuda çocuğunuz üzerinde ne söyleseniz etki yaratmayacak hatta çocuğunuzun sizi başka konularda da dinlememesine ve saygı duymamasına yol açacaktır. Teknoloji gazeteleri okumakla yada teknoloji sitelerini takip etmekle işe başlayabilirsiniz. İnsanlar bıçakla adam öldürüyor diye evlerimizde bıçak kullanmayı yasaklamıyoruz, kullanımına dikkat ediyoruz ya da ateş yangın çıkarır korkusuyla evlerimizde ateşi yasaklamıyoruz. Akıllı telefon, tablet, bilgisayar da tıpkı böyle.

Her nesil kendinden sonra gelen nesle erişebilmek için çaba sarf etmiş şimdi sıra bizde. Umarım faydalı ve aydınlatıcı bir yazı olmuştur. Gelecek robotların nesli olacak, gençlerin önünü açıp onlara yol gösterebilirsek bilim kurgu filmlerinde gördüğünüz her şeyi gerçekleştirebilecek düzeydeler. Biraz emek, biraz sabır, biraz da istekle geleceğin çocukları tam da hayalimizdeki çocuklar olacak.

Sevgilerle

Duygu DOĞAN(29.01.2019)

i-nesli kitabından alıntılar içermektedir.

 

   KALAN YOLUN ANA TEMASI HUZUR

 Yaş 34 yolun yarısı eder diyecekken bunu diyen şairin bile 46 yıl yaşadığı aklıma geliyor ve daha da yoğunlaşıyorum duygularıma… Öyle ya tam vay be yolun yarısındayım diyecekken, kim bilir kaçıncı yarısındayım deyiveriyorum, kaç kez yarıladım kim bilir şu hayatı…

Bu garip düşüncelerle hayatımdaki herkesi her şeyi tekrar tekrar analiz ediyorum. Kendime en belirgininden bir çekirdek bir de yörünge çizdim, yörüngemden nice insanlar gelip geçiyor.Bazısı bana sürekli enerji katıyor, bazısı ise kendinde olmayan enerjiyi benden alarak tamamlamaya çalışıyor. İşte yolun ilk yarısından sonra  bu insanlardan enerjimi korumayı öğrendim. Kimsenin boş vaktini doldurup eğlendirecek kadar yada kendimi değersiz hissettiren kimseye sabredecek kadar değersiz olmadığımı gördüm. Ne zaman istemediğim bir şeyi yapmak zorunda kalsam değerli bulmadığım biriyle karşılaşsam, ya bu son saatlerimse onu da bunun içi mi harcayacağım, daha 1.2 milyar insan var düşüncesi beliriyor kafamda.

Hayatta yapılacak çok iş var ve boşa harcanacak zaman da ömür de yok. Çok uyumak, kendini geliştirememiş konuşacak hiçbir şeyi olmayan insanlarla sohbet etmeye çalışmak yada kendini fazla geliştirdiğini zanneden halkı beğenmeyen entelektüel takımıyla takılmak, ben böyleyim diyen kırılır mı dökülür mü düşünmeyen odunlarla zaman harcamak çok gereksiz, bunlara karşı nasıl kalkan oluşturacağımı kendi huzurumu nasıl korunacağımı yolun yarısında çözdüm. Bazısının yanında kitap gibi sessiz olmayı, herkesi hayatımdan çıkaramayacağımı, yoluma bakıp tevekkül etmeyi çarçabuk çözüm yolları bulmayı öğrendim.

Yolun geri kalan yarısında ki eğer varsa yaşayacak uzun ömrüm enerjimi yaşlılığımda kızıma saklıyorum. Bunun da bir annelik görevim olduğunu düşünüyorum. Kendini geliştiren, insani duyguları olan, yıpranmamış yaşlanmamış bir anne her çocuğun hakkı bence… Beni çok ezdiler yıprattılar çocuğum diyenlere bazen “o esnada sen neredeydin be teyze” diyesim geliyor:) Şartlar öyleydi diyene “senin bu şartlar karşısındaki şartların nelerdi peki”, “kaç gemi yakabilecek kadar savaştın?”, “kendini hayatın neresinde hissediyorsun, sence sen ne kadar değerlisin?” gibi sorular soruyorum içimden…Dışımdan mı? Yine kitap gibi sessiz kalıyorum tabii ki…

Uzun lafın kısası şu hayatta insana huzur veren insanlardan daha değerlisi yok . O insanlar ne çok zengin, ne çok kültürlü ne çok okumuş ne de çok mevki sahibi. O insanlar hayatın farklı yerlerine serpiştirilmiş, adeta bir bilgisayar oyununda nereden çıkacağı belli olmayan puan kazandıran altınlar gibi. Hayat bu huzur veren insanları ve ortamları doğru değerlendirme ve biriktirme sanatı bence. Diğerleri mi işte onlarda hayatın bağırsakları olmazsalar olmuyor ama yoklarmış gibi davranmayı da öğrenmemiz gerekiyor:)  (25.01.2018)


EŞİ
DOSTU PARAYA ÇEVİRME TAKTİKLERİ

 Eşim dostum çok popüler bir insanım, vakitte bende bol diyorsanız işte tüm bunları paraya çevirmenin tam vakti…

Şuan yazdıklarım spam sitelerin popüler haberlerine benzese de bu haber bir BT uzmanı olan bana ait. Size gereken tek şey ise; internet bağlantısı olan bir bilgisayar,  biraz yaratıcılık ve bolca vakit.


Evet yaratıcılığ
ıma güveniyorum, sabırlıyım ve kitlelere ulaşabiliyorum diyorsanız hemen https://www.blogger.com , https://www.blogger.com , http://www.blogcu.com/  sitelerinden birini açıp üye olmakla işe başlıyoruz. Yayınlamak istediğiniz içeriğin ne olduğu neredeyse hiç önemli değil, önemli olan içeriğinizin özgün olması; yani bire bir başka bir sitede bulunmaması,  sitenizin ziyaretçi sayısının yüksek olması ve bu sayının hiç azalmaması.  Aksi takdirde sitenize reklam alsanız bile ziyaretçi sayınızın azalmasından dolayı sitenizdeki reklamlara son verilebilir.

Tüm bunları yaptıktan sonra geliyoruz son aşamaya yani bloğumuza reklam almaya. Öncelikle bize lazım olan bir gmail hesabı ardından da https://www.google.com/adsense/ sitesindeki gerekli bilgileri doldurmak. Bilgilerimizi doldurduktan sonra ön başvuru yapmış oluyoruz ve 3 günlük bir incelemeden sonra google bize bir kod veriyor o kodu blog sayfamıza yerleştirdiğimizde de asıl başvurumuzu yapmış oluyoruz ve 1 hafta süren ikinci bir incelemeden sonra bloğumuzda yinelenen bir içerik yoksa ve sayfamızı sürekli ziyaret eden bir kitlemiz varsa tıklama başına 0,5-1 $ kazanabilirsiniz.

Google reklamları artık bilgisayar bilgisi iyi derecede olan öğrencilerin ve ev hanımlarının vazgeçilmesi haline gelmiş durumda. Öyle ki eskiden kadınlar günlerini altın günü şeklinde yapıyorken şimdi reklam günü yapan kadınlar bile kulağıma çalınmış durumda. Yani 10 tane hamarat hanım bir araya gelip her hafta yaptıkları değişik yemeklerin resimlerini ve tariflerini bloglarına yazıyor, ardından da birbirlerinin sitelerini sürekli ziyaret ederek, sitelerini ziyaret edecek 10’ar 20’şer kişilik gruplar kurarak, toplamda 10*10(20)=100(200) kişilik gruplar sayesinde her ay birbirlerine 100’er 200’er lira para kazandırabiliyorlar.

Biraz sabır, özveri ve uğraş sonucunda bilgisayar bilginizi ve ilgi alanınızı paraya çevirmek işte bu kadar kolay. Düzeni kurana kadar biraz uğraş istese de, kurduktan sonra hiçbir şey yapmadan hesabınıza yatan paraları görmek için tüm bunlara değer bence… Haydi hayırlı kazançlar bakalım… (03.04.2014)

Ücretsiz hazırlanmış reklam alan bloglara örnekler:

MUTLULUĞUN RESMİ

Mutluluk sanıldığı kadar da uzaklarda ikamet eden, torpiline göre adam seçen, sürekli kaçan, kuralları olan bir duygu değilmiş meğer… Çizmek isteyince mutluluğun resmini, tutup kulağından yakalayıp çizebiliyormuş insan… Tuttum kulağından mutluluğu ve çizdim işte resmini; ortaya yuvarlak, sevimli, çikolata renginde yumuşacık kalpli dışı çıtır çikolata kaplı içi yumuşacık marshmallow biri çıktı…
Hayat seni mutsuz edenlere bir saniye bile ayrılmayacak, mutlu edenlere de ömrünü adayabilecek kadar kısa… İnsanlar radyo frekansları gibi, herkes kendi çapında en iyi müziği yapıyor ancak herkese uyan frekans farklı. Hatta an geliyor yıllardır dinlediğiniz frekans cızırtı yapmaya başlıyor ve ne kadar uğraşsanız da düzeltemediğiniz frekans için kanal değiştirmek dışında başka bir alternatifiniz kalmıyor. Bazen de size uygun sandığınız frekansın aslında tek amacının reyting kaygısı olduğunu fark ediyorsunuz ve dansöz modunda sürekli kıvırdığını mod değiştirdiğini fark ettiğinizde de dansözü kendi dünyasında bırakıp daha elit mekanlara doğru yol alıyorsunuz… Hayat bu kadar basit işte. Kural bir; nerede kimlerle mutluysan onlara aitsin, kural iki; bir kez hata yapan hep hata yapar, kural üç; bugün onun lafıyla hareket eden yarın bunun lafıyla hareket eder; ömür boyu onun bunun itibarıyla yaşar ve son kural bir kez yalanından emin olduğunuz kişinin bugüne kadar her söylediği şüphelidir… Bu dört kuralı hayatımın merkezinde barındırıyorum ve özgün bir birey olarak otuz senedir kendime ait fikirlerim, kendime ait seçimlerim var benim…
İşte o fikirlerime, seçimlerime en çok yakışanı buldum ben. Kendine ait doğruları olan, koyun toplumuna uzak, aşağılık kompleksleri olmayan, araba kullanan kadınlarla dalga geçme bencilliğini göstermeyen, yüksek lisans-doktora yapan insanları can sıkıntısından yapıyorlar diye düşünüp özel üniversitede yüksek yapmaya çalışmayan; tutarlı, kararlı, kendi bildiklerini dayatmayan, gelişime açık, başarılarını tırnaklarıyla kazıyarak hak etmiş dolayısıyla siyasi gündeme göre konum değiştirme kaygısı olmayan, hayata at gözlükleriyle bakmayan yüreği kendinden büyük biri ve o artık benim masal kahramanım…Yalnızca iki kişilik bir hikayenin başrolünü paylaştığım rol arkadaşım, Nurhayat’ın tabiriyle de; O benim kaderim, alnıma yazılmış isim, koluma vurulmuş damga, sırtıma yapılmış dövme, kalbimde kılıç yarası, doğmamış çocuklarımın babası :)
Hayat mutsuz tek bir saniye geçirilmeyecek kadar kısa, mutluluğu dibine kadar yaşayabilecek derecede de güzel.  Beni mutsuz eden herkese kapımı kapattım, vicdanım rahat zira ben elimden gelen her şeyin fazlasını yaptım. tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler lakin Allahü teala da sabredeni sever, sabredip tebdil-i mekan gününü bekliyorum. O zamana kadar da hikayemizin arka fon müziğine kulak veriyorum. Hikayede diyor ki:
Ne emelim ne arzum,
Kalmasa tek umudum,
Erisem yudum yudum,
Yine seni seveceğim…
Arım, balım, peteğim,
Gülüm, dalım, çiçeğim,
Bilsem ki öleceğim,
Yine seni seveceğim… Duygu ATEŞ (10.04.2013)


2012-2013 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI

 Her ne kadar gürültülü patırtılı başlamış olsa da yeni eğitim öğretim yılımız vatana millete hayırlı uğurlu olsun bakalım. Yeni eğitim-öğretim yılımızda Marmara Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği derslerime, Pendik Anadolu Lisesi Fatih Projesi Koordinatörlüğüne ve Adil Erdem Bayezıt derslerime dair bütün dökümanlara buradan ulaşabilirsiniz.
Bloğumdan ayrı kaldığım bu dönemi kısaca özet geçiyorum…
Vildanla birlikte harika bir Fethiye tatili senenin bütün yorgunluğunu aldı götürdü. Safari, Göcek , Ölüdeniz Turları, denize sıfır harika bir otel, komedix bir otel sahibi, saftirik garsonlar, tek kelime ingilizce bilmeyen bir komi ve durumu stand-up gösterisine dönüştürmeyi başaran biz:) Bu Fethiyeye kaçıncı gidişim hatırlamıyorum bile ama en çok bu gidişimde eğlendim diyebilirim. Vildanın geri dönmeme fikri harika gibi görünse de etkileşimli tahtacıklarım beni bekler diyerekten İstanbulun yolunu tuttum. Facia geçen bir Kamil Koç yolculuğu ve ardından İstanbul sınırlarında sürdürdüğümüz didişmemiz, bir başka müşterilerinin kendilerini basına ifşa etmesi sonucu son buldu. Onlara buradan CHP’nin ‘Tövbe Bir Daha’ parçasını tekrar hediye ediyorum.
Son olarak;etkileşimli tahtalarımızın muayene-kontrolü, bir türlü gerçekleşemeyen yılan hikayesine dönen teslimatı (ki hala resmiyette teslim alamadık), Kurumumda geçen saçma sapan çoluk çocuk muhabbetleri, gereksiz didişmelerin bile desteğiyle gözüme komik ve eğlenceli görünmesini sağlayan mikemmel insan:) ve Marmarada Hoca olmam gidişhatın iyiye doğru olduğunu gösteriyor sanki…
Aman Allah bozmasın, hep böyle gitsin hayat, bu aralar nedense gözüme herkes şirin görünüyor Allah pembe gözlüklerimi gözümden eksik etmesin…

HAYATI BAZEN GÜVENLİ MODDA YAŞAMALI

Sistem ciddi bir hatadan kurtarıldığında,  güvenli modda yaşamayı bilmeli bazen. Yalnızca temel insanlar olmalı insanın çevresinde, ayakta kalabilmesi için gerekenler. Ötesi beklemeli çözüm gelene dek. Velev ki çözümlenmedi sıfırlanmalı, formatlanmalı her şey ve küsmemeli format sonrası geri gelmeyenler. Zira onlar değil midir ki bu sistemi güvenli moda sürükleyenler…Bende güvenli moddan çıktım yeni yeni. Şükür ki sistemi formatlanmadan kurtarabildik. Lakin sistem güvenli modda iken arızalı bulduğu bazı başlangıç programlarının gereksiz olduğuna karar verdi, kaldırdı onları sistemden.  İkinci bir sistem hatasına dek bizimle olmayacaklar korkarım. Tabii ki yok saymayacağız onları, varlar ama uzakta olacaklar hep…İşte o programlar:

1. Vur patlasın çal oynasın programı: 
İyi günümde kraliyet ailesi gibi, sırf meşgul imajı vermek adına ordan oraya fütursuzca koştuğumuz, kötü günümde hala kraliyet hayatına devam eden bunun kullanma tarihi geçti muadillerle yola devam programları. 

2. Ben demiştim programı:
 Müneccim olma kursu olsa ondan da çıkmayacak, sırf ben demiştim diyebilmek için ne söylediklerini bile bilmeden habire bişey söyleyen, depresif hayatlarını vur patlasın çal oynasınmış şeklinde maskeleyen ve bunu yaşam biçimi haline getirmiş hatta öneren programlar.

3. Dini bütün konuşan dinsiz düşünen program: 
Sürekli tevekkül, hoşgörü, iyi niyetten bahseden, lakin nerde morali bozuk kimse görse hususi sesi çıkmaz felsefesiyle gidip sinirini bozan programlar. Bugün çok hasta görünüyorsun, hastalık hastasısın sen, şurda ne yazıyor, gene mi, aman salla gibi kelimeleri sıkça kullanırlar. Kişilerin başına gelen her şey Allahın gazabıdır, lakin kendi başına gelenler her daim sandıkta saklıdır.

4. 
Buranın amiri benim ama amirim emrederse 180° dönerim programları:
 Bu tür programlar genelde neyi ne için yaptığını bilmez, bir an agresif olur, bir an hoşgörülü dost canlısı, bir an yardımsever. Artık hangi anına denk gelirseniz şansa. Genelde padişah soyundan geldiklerinden verdikleri kararlar yanlış gibi de gelse geri adım atmazlar, ta ki şahsi çıkarları üzerindeki biri yaptıkları yanlışı gösterene dek. Aynı dili kullanan iki kişiden üstün dili her daim anlaşılır ancak alt genelde dinlenmeye gerek görülmez, zaman kaybıdır zira.

5. 
Çalışmadıkları gerekçesiyle sistemden kaldırıldıklarında isyan çıkaran programlar: 
Bu programlar Windows kendilerine muhtaçmış gibi uzun aralıklar ortadan kaybolup geri döndüklerinde her şey eskisi gibi olsun isterler. Olmayacağını idrak etmeleri uzun zaman alır, sonrasında da çirkefleşebilirler. Hiçbir zaman dönüp kendilerini sorgulamazlar. Hep birileri onları kullanmıştır, kandırılmıştır, ezmiştir, aşağılamıştır onlara göre. Bu dünyaya haklı olmak için gelmişlerdir, yüce Rabbim onları yaratmasa idi bizler mükemmel kavramını literatürümüze katamayacaktık maazallah…İşte güvenli modayken sistemde göz ardı edilen bu tarz programlar, normal moda dönüldüğünde sistemi yavaşlattıkları gerekçesiyle yerlerini muadil programlara bırakırlar. Örneğin Explorer alışkanlık yapar, gösterişlidir lakin yavaş çalıştığından akıllı insanlarca yerini firefoxa bıraktığı zaman da ikide bir ekrana gelir, “varsayılan tarayıcı olsun mu?”İyi de varsayılanken düzgün çalıştın mı da şimdi geri gelmek istiyorsun. ..Güvenli moddaki varsayılan olamadığına kızmamalı insan. Öyle ya güvenli moda erişecek güveni verememiş demek ki. Empati kuramamış, dinlememiş, hep çözüm beklemiş lakin üretmemiş ana muhalefet lideri gibi eleştirmiş, eksik bulmuş lakin iktidar gibi çözüm derdinde olamamış belli ki.İnsan güvenli moddayken her şeyi anlatmayı, konuşmayı da sevmiyor. O yüzdendir belki bazı yaptıklarım size gereksizmiş gibi görünüyor. Normal insanlar gibi sıkıntıdayken herkesin içinde ağlayamam ben ya da kalp kırmam bir derdim varsa bile susarım sadece, iftiraya uğrasam kendimi savunmam, ameliyattan çıkar makyajla gezerim, varsın gereksiz işlerle uğraşıyor desinler beni algılayamayacak insana doğruyu deyip de ajitasyon yapıyor gibi görünmem, yapamam çünkü beceremem ben. Selametle der geçerim ya da Allaha havale ederim, bu kadar da inançlıyım çünkü, beş vakit namazı tamamlayamam belki ama karakterim oyun hamurundan değil benim, eğilmem içine girdiğim kabın şeklini almam ben.Bakış açım bu benim hayata,  amaca giden yolda her şey mübah değil benim için, yalnızlık, mutsuzluk, sayılmama gibi korkularım yok içimde. Hayat bana ne gösterecekse Rabbim neyi layık görecekse razıyım hepsine. Gerekiyorsa her şeyi dibine kadar da yaşarım. Ama kendimi tekrar etmem, hatalarımda diretmem. Yeter ki sükunet olsun iyi niyet varsa bir adım geri de dururum ne çıkar. Ben kendimi bildikten kelli 3-5 yıl gayrısını bilmişiniz de ne yazar.Anlayacağınız yine İstanbul gibiyim bugünJ Ama bu sefer Beşiktaşta, Ihlamur Yokuşunda, Osmanbey çıkışında, Harbiye dolaylarında. Sözün kısası; güvenli modayken yanımda olan herkesten Allah razı olsun, geri kalanlara da benden selâm olsun…  Duygu ATEŞ (01.05.2011)

KÜLTÜREL DEĞİL ETNİK KİMLİĞİNİZDEN UTANIYOR OLMAYASINIZ...

Sultangazi’ de oluşan önyargılarım neticesinde araştırmaya karar verdiğim kültürel kimlikler, topluma ve insanlara karşı bakış açımı müthiş derecede değiştirdi. Anladım ki, toplumca biz kültürel kimlikler ile etnik kimlikleri karıştırdığımız için açılımlar istemiş, eylemler yapmış kınamış, yadırgamış, yakmış yıkmışız aramızdaki köprüleri; açılım demişiz adına da, hak demişiz  adalet koymuşuz adını; üstünlük kurmak için uydurduğumuz ayrımcılığın adına, kimin aldığı belli olmayan hakları çıkarlarımız doğrultusunda vermişiz bugünü düşünerek…Ne güzel söylemiş Alatlı: “En büyük özgürlük, kimliğinden utanmamak durumu değil midir? Eğer insan kendisini belirli bir grupla, ulusla, cinsel tercihle ya da cinsiyetle tanımlayabiliyorsa ne mutlu ona” diye. Yıllardır ulusal kimliğimizden utanmadık, cinsel kimliğimizden utanmadık, Türk olmaktan utanmadık ama ne hikmettir ki kültürel kimliğimizden utandık. Aleviyiz diyemedik gururla, Kürt olamadık sorulduğunda, kültürümüze sahip çıkamadık.Kültürel yapılarımız söz konusu olduğunda yaygarayı koparttık, ama öbür kültürel değerlerimiz ölürken, küreselleşme dedik adına, Türk toplumunda Avrupai tarzlarda asimile olduk. Tek tip üretim yapan fabrikanın ürünleri gibi, küreselleşmeyi kültürümüzü yok saymak sandık, yanıldık…Evet, bütün insanlar eşittir aslında ama aynı zamanda farklıdır da… Kültürel değerlerimiz bizi farklı ve üstün kılar birbirimizden… Çünkü biz Lazız  Karadeniz çorbasıdır çoğu kahvaltımız , biz göçmeniz Makedonya, Balkanlar, Bulgaristan’dan geliriz, Aleviyiz biz dedelerimiz, büyüklerimizdir baş tacı ederiz ve biz Manavız damarına basılmadıkça uysal,sessiz, milliyetçi insanlarız lakin sinirliysek eğer aman yanımıza varmayınız.:)İçimizde gurur duyduğumuz ama ayrımcı denmesin diye dillendiremediğimiz farklılıklarımız var bizim. Nerelisin diye soranlara gururla söylüyorduk “İstanbulluyum ben, memleketime hiç gitmedim, gürcüyüm aslında ben ama adetlerini bilmem hiç, İstanbulluyum ben” Yok  saydık kendi milletimizi, kimliğimizi, insanımızı. Sonra  eziliyorlar dedik, hak istedik, oysa onları biz yok saydık… Hasat zamanı yanlarında olamadık, mahsul bol olduğunda sevinçlerini paylaşamadık, harmanda hiç orak sallamadık, -20leri görmedik biz donmadık sokaklarda, yoksaydık biz onlarla olmadık.Atatürk’e hakaret edildiğinde meydanlara döküldük Atamız dedik ama aynı duyarlılığı kültürel tarihimiz için gösteremedik. Sadece bilinen tarihimize ihanet etmedik, kültürel tarihimizdekileri atalarımızdan saymadık…Etnik kimliğimizden kaçarken kültürel kimliğimizi sildik attık. Oysa ikisi arasında ne büyük uçurumlar vardı. Aradaki farklara bilimsel bakış açısıyla bir bakalım öyleyse…Kymlicka’nın ünlü “çok kültürlü vatandaşlık” isimli çalışmasında bahsediyordu kültürel kimliğin öneminden… Çalışmanın  sonuçlarına göre çok kültürlü ülkelerin kardeşlik içerisinde yaşayabilmesinin temel sırrı; kişilerin farklı kültürleri tanıyabilmesi ve kültürel özelliklerini serbestçe ortaya koyabilmesiymiş.Peki etnik kimlik neden bu kadar tartışılıyor? Çünkü kişinin etnik kimliği saf varoluşçu özellikleri içermiyor, yani etnik kimlik sadece bir grubun ötekiler karşısındaki özgül farklılığı değil aynı zamanda ötekileri algılayış biçimidir de. Genellikle de bu algılayışın, yargılayışın şekillenmesinde iktidar, sosyal eşitsizlik ve çıkar sorunlarının etkisi büyük ölçüdedir. Yani insanlar etnik kimliklerinde bazı özelliklerini vurgularlar ya da inkar ederler. Soy, kişisel çıkarlar ve daha geniş ekonomik, politik ve sosyal yapılar etnik kimliğin inşasının temelini oluştururlar. Kültürel kimlik ise; mensubiyet şuuru, katılma ve paylaşabilme ile ilgilidir. Oysa kültürel kimlikte değerlendirme, yargılama ya da vurgulama cümleleri yoktur, mensubiyet şuuru, katılma ve paylaşabilme ile ilgilidir. Nasıl ki insanın kişiliği ve karakteri var ise toplumların da kültürel kimliği ve tarihi vardır. Bu durumda kültürel kimlik var olmadan hiçbir toplum dolayısıyla kişi var olamaz. Zaten topluma faydalı insan amaç edinmeyi amaç edinen Türk Milli Eğitimin 1739 sayılı kanununda da der ki; Milli kültür değerlerini benimsemiş, kültürel kimlik sahibi insan profili yetiştirmeyi amaçlamaktayız.Yazımın başında da dediğim gibi bizler ise kültürel kimlik ile etnik kimliği bir tuttuğumuzdan bu güne kadar toplum içerisinde hep sustuk. Sustukça birilerinin gazına geldik ve şimdilerde de suskunluğun patlamasını yaşıyoruz. Bu patlamadan nemalanmak isteyenler de farkında olmadan yangına körükle gitmekteler. Bunun ucu kaç kişiye dokunacak bilinmez.Bir çocuğunuza taviz verdiğinizde diğerleri de bu durumu kullanır, o yaptı ben neden yapamıyorum der ya işte tam bu durumu yaşıyoruz şu anda. Evlatları arasında ayrım yapan bir yönetimin ayrılan kesimi olduk fark edilmeden. Hala dönebileceğimiz bir yoldayız ama… Bazılarının sesini  duyar gibiyim şimdi. İyi de kardeşim dönmek isteyen kim?Duygu ATEŞ (31.03.2011)                                                                                                                                

İSTANBUL GİBİYİM BUGÜN


 Karmaşık gece kondu mahallesinde bir an, bir an Galata Kulesi tepesinde. Bir an Sultangazi sokaklarında bir an Fikirtepe apartmanlarında, bazı da Kavakpınar semalarında…Yaşanmışlıkları mı karmaşıklaştırıyordu insanı yoksa özümüydü bu çıkarsız insanın…Hayır hayır bunlar bir yaşanmışlık ürünü olamaz, yoksa bir daha bu kadar içten olurmuydum ki insanlara karşı, açarmıydım böyle içimi ağlarmıydım onlarla, bu kadar rahat el uzatırmıydım daraldığımda, beklermiydim hayrola demelerini yüzüm asıkken, sitem edebilirmiydim böyle içten, aldatıldım diyebilirmiydim gururumu kenara bırakıp ya da gitti diyebilirmiydim herşeyi hiçe sayıp…İnsan savunma cümleleri düşünmediği zaman samimi olabiliyormuş ancak. Seni isteyerek kırmadıklarını anladığında affedebiliyormuş. Kırıkları kaynadığında özüne dönebiliyormuş, bugün yanlız kaldım, düştüm, hastalandım, sevdim, kırıldım, hata yaptım diyebiliyormuş…Ve ancak insan duygularını ifade edebildiğinde acıyı da tatlıyı da dibine kadar yaşayabiliyormuş…Bazı dinlerken birini, gözlerinin içinden içine akıyorum. Diyorum ki ozaman bu insansa diğerleri neydi? Kabusmuydu tüm yaşananlar yoksa bugünün diyeti miydi? Artık kendimi sorgulamıyorum ne olsa da, kendimi tanımladım. Olması gerekenim ben imamın dediğiyle gittiği yolun bir olduğu… Hayatı dibine kadar yaşıyorum, kim ne der demeden. Doğrularım var başkalarının olmayan yanlızca bana ait ve bugün kendimle gurur duyuyorum hiçbir karşılık uğruna ağzımdan çıkmayanlar için…Aldatılmak, terk edilmek, yok sayılmak, düşmek, kalkmak insani duygularsa madem yaşanmışlık ürünü olamaz hayat…Yoksa herkes savunmayla yaşardı hayatı, kimse ağlamazdı güleceklerse, kimse koşmazdı dostuna, tutmazdı onun sıkıntılarını kafasında yer yoksa kimseye…Kabul et insan hiçbiri yaşanmışlık ürünü değil, işte bu sensin, karşılıksızsın çoğu zaman ya da yaşadıklarına sığınan. Sığınmıyorum yaşadıklarıma aldatıldım çoğu zaman ama sevebiliyorum hala, kullanıldı zor zamanlarımda dökülen cümleler, anlatabiliyorum hala. bir ucubeye söylenmeyecekler söylendi, dinleyebilirim hala daha…Nefret etmiyorum tüm erkeklerden, yanlızca hayatıma girip de nedensiz çekip gidenlerden, yüzüme diyemeyeceklerini peşimden söyleyenlerden, nefret etmiyorum tüm dostlarımdan yanlızca sıkıntılarımı başkasıyla paylaşanlardan, zor anlarımda yok olanlardan, nefret etmiyorum tüm amirlerimden, yanlızca güç gösterisinde bulunanlardan, Allah korkusu olmayanlardan, kızmıyorum tüm iş arkadaşlarıma yanlızca karalamaya çalışanlara, yanlış safta olanlara…Özümü yaşıyorum ben yaşanmışlıkları değil, yine aynı şeyler olsa yine aynılarını yaparım. Yaparım ki bugünün diyeti olsun, sizi seviyorum ailem,sizi seviyorum tüm Fuat Köprülü ailesi ve tüm dostlarım, sizi seviyorum…  Duygu ATEŞ(19.03.2011)